Bugünlerde Fransız siyasetinin ilginç özelliklerinden biri, aynı anda hem son derece değişken hem de son derece sıkıcı olmayı başarabilmeleri. Bu paradoksun en son örneği, Avrupa Parlamentosu için nispeten düşük riskli bir seçimin olayların dramatik bir şekilde değişmesiyle sonuçlandığı 9 Haziran’da meydana geldi: Aşırı sağcı RN Partisi’nin (Rassemblement National) oyların %31,4’ünü alarak birinci olurken, iki yıl önce seçimlerden zaferle çıkan Başkan Emmanuel Macron’un Renaissance Partisi yalnızca %14,6 gibi oldukça düşük bir oy aldı. Bu acı hezimet sonrası Macron, Fransız Parlamentosu’nun alt meclisi olan Fransa Ulusal Meclisi’ni feshetti ve 30 Haziran ve 7 Temmuz için erken seçim çağrısında bulundu.
Olayların bu şekilde gelişmesini hem nefes kesici hem de son derece öngörülebilir kılan şey, aşırı sağın yükselişinin onlarca yıldır Fransız siyasetinin şekillenmesine yardımcı olmasına rağmen, RN’nin ilk kez iktidara giden makul bir yola sahip olması oldu. Kazanmaları durumunda Macron muhtemelen RN’nin yeni bayraktarı Jordan Bardella’yı başbakan olarak atayacak. Ancak inkar edilemeyecek kadar önemli olmasına rağmen bu seçimin, Fransız siyasi kültüründe seçim döngüsünde belirginleşen daha incelikli değişiklikleri gölgeleme riski taşıyor. Bu değişiklikler RN’nin zaferini açıklamak için tamamen yeterli olmayabilir, ancak hüküm sürdüğü ortamı anlamanın anahtarı olduğu açık.
Öncelikle aday gösterilen politikacılarının çoğunun oldukça genç oluşu dikkat çekiyor. Örneğin, son kampanya sırasında televizyonda yayınlanan tartışmalara katılan, parti listelerinde en üst sıralarda yer alan adayları içeren sekiz listeyi ele alalım. Bu adaylardan biri, daha önceki dönemlerde François Mitterrand ve François Hollande’ı iktidara getiren siyasi güç merkezinin vücut bulmuş hali olan Place Publique’in (Fransa Sosyalist Partisi) başkanı Raphaël Glucksmann’dır. Gazeteci ve insan hakları savunucusu olarak tanınan 44 yaşında ki siyasetçi, mercek altına aldığımız sekiz kişi arasında açık ara en yaşlı olanı.
Kalan adaylar birkaç aşamaya ayrılabilir. İlk olarak 20’li yaşlarındaki genç erkekler var. Örneğin Bardella sadece 28 yaşında ama siyasi kariyeri boyunca RN’nin başkan yardımcısı ve başkan vekili olarak görev yaptı. Fransız Komünist Partisi’nin adayı Léon Deffontaines ise sadece 28 yaşında.
Seçim listesinde bulunan diğer grup ise 30’lu yaşlarındaki kadınlardan oluşuyor. Genç erkekler gibi onlar da siyasi uçurumun iki yanında yer alıyorlar. 34 yaşındaki Manon Aubry, popülist söylemi sayesinde solun baskın partisi La France Insoumise’nin sözcüsü ve Avrupa Parlamentosu üyesi olup, saldırgan tutumu ülkede sıklıkla eleştiri oklarına sebep oluyor. Yeşiller Partisi’nin (Europe Ecologie-Les Verts), adayı ise 37 yaşındaki iklim aktivisti Marie Toussaint. Macron’un partisi Renaissance, kuzeybatı Fransa’da bir çiftlikte büyüyen ve mevcut adaylar arasında en az tanınanı olan l38 yaşındaki avukat Valérie Hayer tarafından temsil ediliyor.
Bir de RN Lideri Marine Le Pen’in yeğeni ve RN’nin kurucusu Jean-Marie Le Pen’in torunu olarak bilinen 34 yaşındaki Marion Maréchal var. Maréchal, 2012 yılında 22 yaşındayken, RN adına Fransız Parlamentosu’na seçilmiş ancak daha sonra siyasetten çekilme kararı almıştı. Şimdi ailesinin partisini reddedip Reconquête’den aday olmayı tercih ederek siyasete geri döndü. Gazeteci Éric Zemmour tarafından kurulan Reconquête, göçmenlik ve diğer konularda RN’nin de sağında kalan bir parti ve giderek daha da radikal bir hale geliyor.
Son olarak Fransa’nın geleneksel muhafazakar partisi Républicains’in adayı François-Xavier Bellamy var. Siyasi faaliyetinin yanı sıra Paris banliyölerindeki liselerde felsefe öğretmenliği yapan Bellamy, 38 yaşında.
Bu genç adayların listelerin baş köşesinde yer alması basit bir seçim stratejisi olan “gençlerin oylarını çekmek” ile sınırlı değil. Bu genç adayların çağdaş medya kültürüne nasıl hakim olacakları konusunda da büyüklerinden daha iyi bir anlayışa sahip oldukları görülüyor. Örneğin Bardella, Fransa’da TikTok’ta RN için güçlü bir popülarite oluşturdu ve bu, yalnızca politika hakkındaki görüşleri nedeniyle olmadı. Örneğin paylaşımlarında toplantılardan önce yemekten hoşlandığı barlardan bahsediyor. Paylaştığı videolarda, insanları mitinglere katılmaya ve oy vermeye teşvik etmek için Z kuşağının dilini kullanıyor: “Bu Pazar ne yapıyorsun?” veya “Burası çok güzel gelsene” gibi… Dahası, Fransa’da olduğu gibi ülkemizde de görmeye alışık olmadığımız şekilde oldukça kişisel paylaşımlarda da bulunuyor. Örneğin Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra Fransa’daki Anneler Günü’nde annesi hakkında kısa bir video paylaştı.
Adayların gençliği aynı zamanda siyasette on yıllar boyu hüküm süren klasik kariyer yollarının artık geçersizleşmeye başladığının da bir göstergesi. Yakın zamana kadar Fransız siyaseti, ancak “içeriden” öğrenenlerin var olabildiği kötü şöhretli bir oyunuydu. Merkez sol ve merkez sağ partilerdeki pek çok siyasetçi Fransa’nın elit devlet üniversitelerinde eğitim görmüş kişilerden oluşuyordu. Fransızların Les grandes écoles dedikleri bu üniversiterler arasında en önemlisi hiç şüphesiz École Nationale d’Administration idi. Fransa tarihinin pek çok tanınmış politikacısı, bürokratı bu okulun mezunları arasında.
Bütün bunlar 2017 başkanlık seçimiyle “önce yavaş yavaş sonra birden” değişti. En başta görevdeki Cumhurbaşkanı François Hollande’nin asık suratlı muhafazakar François Fillon’la yüzleşmeye hazırlanmasıyla statüko bir kez daha kendini gösterecek gibi görünüyordu. Daha sonra, birdenbire, neredeyse hiç tanınmayan 39 yaşındaki bir bankacı olan Emmanuel Macron adında bir bakan, düzeni altüst etmeye, mevcut parti sistemini yıkmaya ve siyaseti, kültürel liberalizm ile özgür düşüncenin iyimser bir karışımı arasındaki çatışmaya indirgemeye girişti. Bir yanda piyasa ekonomisi diğer yanda işçi sınıfının kızgınlığı ve kaygısı bu Macron adlı bu asi Fransızın ekmeğine yağ sürdü.
Fransa ufkunda beliren yeni seçimde meydana inen genç adaylar grubu işlerine fazlasıyla odaklanmış görünüyorlar. Her ne kadar haklarında çok da fazla bilgiye sahip olmasa da genç adaylar arasında yalnızca birkaçı evli ya da uzun süreli bir ilişki sahibi. Sadece ilginç bir şekilde Maréchal, Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri Partisine üye olarak Avrupa Parlamentosu’na seçilmiş bir İtalyan politikacıyla evli. Genç adaylar hakkında bir başka bilgi ise sadece ikisinin çocuğu olduğu. Diğer bilgi ise Fransız siyasetindeki statüko değişiminin ilginç bir göstergesi. Şöyleki Bardella siyasi kariyeri başladıktan sonra coğrafya eğitimini bıraktı ve aralarında sadece Bellamy, Les grandes écoles eğitimi aldı.
Son olarak belirtmek gerekir ki Fransa’nın genç adaylarının çok azı siyaset dışında bir kariyerlere sahip. Bu elbette küçümseyici bir durum değil. Sadece dönüşümün göstergesi olduğu için belirtildi. Şayet burada küçümsenecek bir şey varsa o da bugüne kadar çoğu Fransız siyasetçinin kariyerinin sıklıkla yolsuzluk iddialarına isimlerinin karışmasıdır. Şimdiki durum ise işte bu statükodan hoş bir sapma olarak da görülebilir ama bunu zaman gösterecek.
Son seçim kampanyalarında belirginleşen bir diğer eğilim ise geleneksel sağ-sol ayrım çizgilerinin bulanıklaşması. Solcular çevre sorunları ve enerji politikası konusunda diğer solcularla aynı fikirde değiller. Örneğin komünist Deffontaines, Yeşilleri nükleer enerjiye karşı çıkması nedeniyle eleştirdi.
Bu arada rakip aşırı sağ partiler, Fransa’yı yeniden büyük kılmanın yolu konusunda tenakuz halindeler. Örneğin Maréchal, RN’yi devletçi ve yarı solcu bir ekonomi politikası benimsemekle suçluyor ve partisinin Fransız kimliğini savunmayı, vergi indirimi planıyla başarıyla birleştirdiğini iddia ediyor.
Son olarak, milliyetçi partilerin yükselişi hakkında ne düşünülürse düşünülsün, pek çok politikacı artık kendi gündemlerini ilerletmek için “ulus” fikrine veya milliyetçiliğin bir yönüne başvurmaktan çekinmiyor. Tehlikeli bir dünyada güvenliğin ancak millet tarafından sağlanabileceği düşüncesi elbette aşırı sağ partilerin her zaman temel argümanı olmuştur. Fakat bu ülkemizde olduğu gibi Avrupa’da da uzunca bir zamandır unutulmuş bir gerçekti.
Beri yandan bazı sol partiler de farklı derecelerde milliyetçilik dilini benimsemiş durumdalar. Mesela popülist sol parti kimliği taşıyan Aubry, ekonomik milliyetçiliğin bir versiyonunu açıkça destekliyor: serbest ticaret anlaşmalarını reddediyor ve artan enflasyonu Fransa’nın AB enerji politikasına tabi olmasına bağlıyor. Televizyonda yayınlanan tartışmalar sırasında, farklı partilerden çok sayıda aday, Başkan Biden’ın Çin’den ithal elektrikli otomobillere %100 vergi getirmesinin ne kadar yerinde olduğuna vurgu yaparak eski bir fobiyi, “Kızıl Korkuyu” iliklerine kadar hissettiklerini gösterdiler.
Bir avuç aday ise Ömer Seyfettin’in Ashab-ı Kehf öyküsünün baş karakteri gibi derin bir uyku içerisinde, ulus odaklı söylemlerden besmele görmüş şeytan gibi kaçıyor. Örneğin Macron’un partisi, AB’nin covid salgınının ekonomik darbesini hafifletmedeki merkezi rolünü ve ortak pazarın Fransız çiftçiler için ne kadar önemli olduğunu vurguluyor.
Yaklaşan Fransız parlamento seçimlerinde pek çok kişi “aşırı sağın yükselişi” anlatısını vurgulama eğiliminde olacak olsa da siyasi yaşamın temel gidişatının ne kadar değiştiğini kabul etmek de aynı derecede önemli gözüküyor. Fransa da artık daha az politikacı ve aktivist eski kurallara bağlı. “Sol” ve “sağ” artık vatandaşların inançlarını ve bağlılıklarını güvenilir bir şekilde tahmin eden kategoriler değil. Avrupa siyasetinde bile birbirine zıt gibi görünen “enternasyonalizm” ve “milliyetçilik”, “çevrecilik” ve “nükleer enerji”, “muhafazakarlık” ve “devletçilik” gibi terimler artık aynı bünyede dile getirilebiliyor. Eğer aşırı sağ birkaç hafta içinde Fransa’da iktidara gelirse, bu sadece on yıllardır süren seçim başarısı arayışının doruk noktasından kaynaklanmayacak, aynı zamanda siyasetin temel temellerinin dramatik bir şekilde değişmesinden de kaynaklanacak. Ve öyle gözüküyor ki bu değişim Fransa sınırlarının dışına da taşacak…